Atatürk ve Ulusal Egemenlik


Atatürk ve Ulusal Egemenlik: “Milli egemenlik” diğer bir deyişle “ulusal egemenlik kavramı genelde devlet olguları için kullanılmıştır. Kuşkusuz bir devlet olgusundan söz edebilmemiz için bazı temel öğelerin bir arada bulunması zorunlu ve gereklidir. Klasik görüşlere göre bir devlet:1-Ülke, 2-İnsan topluluğu,3-O topluluk içinden çıkan egemenlik,4- Uluslar arası Platformda devletin meşrutiyetinin (geçerliliğinin) tanınması, öge ve olgularından oluşur.“Milli” sözcüğü Arapça millet kökünden gelir.Kapsamı, konusu veya varlığı bir millete, başka bir tanımla bir ulusa ait olan demektir.
Millet yani ulus ise aynı topraklar üzerinde yaşayan tarih, köken, dil, kültür, gelenek ve görenek ortaklığı olan insanların oluşturduğu toplumsal bir bütünlüktür.“Egemenlik” sözcüğü ise eski dönemler Türkçesinde “ige” kökünden gelir. Sahiplik, sahip olma, ıs demektir. Bugün devlet olgusu içinde kullandığımız anlamda yönetimin hiçbir kısıtlama ve engelleme olmaksızın sürdüren, bağımlı olmayan ve bundan türemiş olarak “egemenlik” buyruğunu yürütme, sahipliğini sürdürme anlamına gelir.Başka bir yaklaşımla “egemenlik” ülke ve insan topluluğu üzerinde olan, yönetici düzenleyici, kendinden üstün hi

çbir başka bir güç tanımayan bölünmez bir kuvvettir. Bu gücün ülkenin dışından gelmesi konumunda devlet yok sömürülen toplum vardır. Bu nedenle egemenlik gücünün her konuda ve türde o ülkenin içinden çıkması zorunlu ve gereklidir.

“Mili” ve “egemenlik” sözcüklerinin birleşmesinden oluşan “milli egemenlik” ise milletin sahipliği, milletin egemenliği demektir. Buna göre bir devlet üstünde hiçbir yabancı gücün etkisi olmadığı gibi milletin üstünde hiçbir sınıf, zümre veya kişiye ayrıcalık tanınamaz; ulusun üstünde başka bir irade ve herhangi bir güç yoktur. Ulusal egemenliğe dayalı yönetimlerde ulusun kendi kendisinin buruyucusu olması, kendi kendine sahip çıkması ve kendi istencine (iradesine) dayalı bir yönetim anlamına gelir.

Tarih boyunca egemenlik gücü çeşitli toplum ve devletlerde değişik dönemlerde değişik biçimlerde belirmiştir. Bunların “Monarşi, Oligarşi, Meşruti ve demokratik” biçiminde sıralamak olasıdır.Günümüz gelişmiş devlet yönetim biçimi Demokrasidir. Grekçe : “demos : halk; kratos : egemenlik” ten gelir ki biz buna halk egemenliği diyoruz. Burada yönetim ulusal egemenliğe dayalıdır. Ulusun kendi yönetim gücünü kendinden alması, yani egemenlik hakkına sahip olması demektir. Halkın kendini yönetmesi denilen bu yönetimler ilk çağda özellikle Yunan kent devletlerinde (Polis) ilkel bir şekilde görülmüş ise de, gelişmemiş, yok olup gitmiştir.

Egemenliğin ulusa ait olması gerektiği görüşü çok daha sonra, Yakınçağ Avrupasında modern ve bilinçli bir biçimde doğmuştur. Özellikle J.J.Rouseu‘nun ortaya attığı bu görüş Fransız İhtilalcileri tarafından uygulama alanına kondu. Böylece dünya tarihinde yepyeni bir dönem açılmıştır. 27 Ağustos 1789’da Fransız ihtilalcileri yayınladıkları “İnsan ve Yurttaş Hakları Demecinde” çeşitli görüşlerin yanında şu ana fikre de yer vermişlerdi: “Açıkça halktan gelmeyen bir otorite ile hiçbir topluluk ve hiçbir kişi yönetilemez.” İşte böyle Fransız ihtilalcileri “Egemenliğin ulusa ait” olması ilkesini dünyaya tanıtmış oldular. Bu ilkenin etkisi ile pek çok saltçı yönetimler çöktü ya da büyük düzeltimlerle egemenlik hakkının kullanılmasını uluslarına bıraktılar. Buyurganlar yalnızca birer sembol olma durumuna düştüler.

Türkiye Cumhuriyeti dönemimizi saymazsak, tarih boyunca kurulan Türk devletlerinde de egemenlik, ulus içinde bir aileye tanınmıştır. İslamlığın kabulünden önce kurulan Türk devletlerinde yönetimi elinde tutan aileye bu hakkın “GÖK TANRI” tarafından verildiğine inanılırdı. O aile devletin mutlak yönetimi için görevlendirilmiş olması nedeniyle ailenin tüm erkek üyeleri egemenlikte hak iddia eder durumda idiler. Bu durum ise yönetimi eline geçirmek amacıyla ailenin bireyleri arasında çeşitli ve kanlı uğraşlara neden olduğu için Türk devletlerinin uzun ömürlü olmayışının bir nedenini oluşturmuştur.

İslamlık benimsendikten sonra Türkler eski alışkanlıklarını sürdürmek istediler ise de bu konum İslam ilkeleri ile çelişkiye düşmekteydi. Çünkü İslam hukukuna göre egemenlik Tanrı’ya aittir. Tanrı, Peygamber aracılığı ile toplumu yönetme kurallarını bildirmiş ve Hz. Muhammed’in ölümüne değin İslam topluluğu, onun tarafından yönetilmiştir. Peygamberin ölümünden sonra İslam topluluğunu halifeler yönetmişlerdir. Ama bunlar hiçbir zaman egemenlik hakkının doğrudan doğruya sahibi değillerdir. Çünkü Tanrı bu hakkı kimseye devretmemiştir.Osmanlılar, Yavuz döneminde Suriye, Mısır, Hicaz bölgelerinde egemen olunca Osmanlı Padişahları İslam Ülkelerinin çoğunun yöneticisi durumuna gelmişlerdi. Böylece Osmanlı Padişahları hem dünyasal, hem de dinsel egemenlik yetkileriyle donanmış bir duruma geldiler. Bu geniş egemenlik yetkilerini Osmanlı padişahları uzun yıllar katı bir biçimde kullandılar. Zamanla bu yetkiler tanzimat l. ve ll. Meşrutiyetle sınırlanmak istenmişse de yine egemenliğin başladığı ve bittiği yer ulusal kurtuluş savaşımız dönemine dek Osmanlı padişahlarında kaldı.

Osmanlı Devleti XlX.nci Yüzyılın büyük bir bölümünü savaşlarla geçirmişti. XIX nci yüzyılda Trablusgarp, l. Ve ll. nci Balkan savaşlarına girdi. Hemen ardından ise l.nci Dünya savaşına katıldı. Bu savaştan yorgun, parçalanmış, ata yurdunun birçok yöresi işgal edilmiş ve üstelik koşulları bağımsız bir devlet kavramıyla bağdaşamayan ateşkes imzalayarak çıkmıştı. Üstelik savaş bitmiş olduğu halde, ateşkes koşullarına dahi uymaya gerek görmeyen anlaşık devletler giderek Türkiye’yi paylaşma girişimlerini sürdürmüşlerdir.İşte bu durumlar üzerinde ülkenin ve Türk ulusunun kurtarılması için ortaya atılan M. Kemal, olayları gerçekçi bir biçimde değerlendirerek ereğini ve bu ereğine ulaşmanın temel ilkelerini saptayacaktır. Bu ilkenin dayanağı ise Türk Ulusu olacaktır.M. Kemal Söylev’inde o dönemde kurtuluş için ileri sürülen fikirleri sıralayarak, sonunda kendi kararının ne olduğunu söyler. Bu fikirler şunlardır.

Kendi fikirleri ise şöyledir: “ Efendiler, ben bu fikirlerin hiç birisini uygun bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı temeller ve mantıklar yanlıştı, esassızdı. Gerçekte o tarihte Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş ve devri sona ermişti, Osmanlı ülkesi tamamen parçalanmıştı, ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da parçalanmasını sağlamaktı. Osmanlı Devleti’nin, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi kavramını yitirmiş bir takım anlamsız sözlerdi.”

“ Neyin ve kimin korunması için, kimden ne yardım isteniyordu. Ohalde gerçek karar ne olabilirdi?”

“ Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milli egemenliğe dayalı, kayıtsız şartsız yeni bir Türk Devleti kurmak.”

“ İşte daha İstanbul’dan çıkmadan düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar bu karar olmuştur.”

Böylece daha işin başından izlenecek strateji ve varılacak amaç belirlenmiş ve ulusal egemenliğe dayalı yeni bir Türk devletinin kurulmasına adım adım yürünmüş ve sonunda amaca varılmıştır.Burada bir noktayı vurgulamak gerekir. M. Kemal’de ulusal egemenlik fikri Samsun’a çıktığı 1919 Mayıs’ında doğmuş değildir. Ulusal Egemenliğe dayalı Cumhuriyet ülküsü onda gençliğinden beri vardır. Demokrasi benim karakterimdir diyen Atatürk’ün hem genel yapısında hem de tüm düşünce ve sözlerinde demokrasi en başta gelen ögesidir. Aile veya kişinin salt egemenliğine dayalı yönetimleri beğenmemektedir. Ulus egemenliği onun Cumhuriyet anlayışının en önde gelen ilkesidir.

Selanik’te 1906’da arkadaşlarına bu düşüncelerinden söz ettiğini biliyoruz.Suriye cephesinden 1917’de yazdıklarına ise saltçı yönetim (mutlakiyet) yerine artık ulusal egemenliğe dayanan bir yönetim kurulmasını ister. Bunun için de bir yandan arkadaşlarını bu doğrultuda bilinçlendirmeye çalışmıştır.Samsun’a çıktığından itibaren de bu amaç doğrultusunda adım adım ilerlemiştir.Türk ulusu var olmak ile yok olmak arasında çizgisindedir. 23 Nisan 1920 Türk tarihinde böylesi olguların çatıştığı çizgidir... 23 Nisan 1920; yeni Ulusal Türk Devleti’nin ve Mustafa Kemal Atatürk gerçeğinin çakıştığı ve Ulusal Egemenliğin somutlaştığı noktadır.

Kuşkusuz kendine özgü ögeler taşıyan Türk Devrimi eşi ve benzeri olmayan bir özellik içinde bütünleşmiştir. Ulusal Kurtuluş Savaşı ve aynı süreç içinde Ulusal Egemenlik... Bir yanda yurdu bölmeye, patlaşmaya çalışan dıştaki emperyalist güçler, diğer yanda parçalanmış iç bütünlük ... Kararsız, yoksul ve yorgun insanlar... İşte bu gerçekler karşısında ulusal güçleri birleştirmek, emperyalistleri kovmak ve daha da önemlisi yeni bir Türk Devleti olgusuna varmaktır.Düşünülen Türk devleti nasıl gerçekleştirilecekti? Başlangıç yeri ve noktası neresi olacaktı?Bunun yanıtını Mustafa Kemal, Anadolu İhtilalinin bildirgesi ve ulusal egemenliğe ulaşmamızın ilk adımı sayılan Amasya Genelgesi’nde temel ilkeyi şöyle belirtiyordu:“Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir. İstanbul hükümeti, yenen devletlerin etkisi altında bulunduğundan yüklendiği sorumluluklarının gereğini yerine getirememektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor. ULUSUN BAĞIMSIZLIĞINI YİNE ULUSUN KESİN KARARI VE DİRENİŞİ KURTARACAKTIR...

Yine o, 12 Temmuz 1920 günü şöyle konuşuyordu. “Sanırım bugünkü varlığımızın temel niteliği ulusun eğilimini kanıtlamıştır. O da halkçılık ve halk hükümetidir. Hükümetlerin halkın eline geçmesidir. Yönetimi halka vermek için çalışalım.”

Kaynak ve başlangıç noktası artık belirlenmiş, ulusun yazgısının karar yeri saptanmıştır. Ulusun kendisi; yani Türk HALKIDIR. Bunun somut verisi ise 23 Nisan 1920’de açılan T.B.M.M. olmuştur.23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’nin almış olduğu kararlardan birisi de”Ulusal gücü etken ve ulusal istenci egemen kılmak temel ilkedir” denilerek ulusal egemenlik ilkesi bir kongre kararı olarak duyurulmuştur. Amasya Genelgesi doğrultusunda 4-11 Eylül 1919’da Sivas’ta toplanan Ulusal kurtuluş savaşımızın genel örgütlendirilmesi yapılmıştır. Buna göre her köy, mahalle, nahiye, kasaba ve ilde ora halkınca seçilen üyelerden oluşan “ Kuvvayi Milliye” örgütleri kurulmuş bunların tümü illerden gelen temsilcileri oluşturduğu ulusal kongreye bağlanmıştır. En yüksek ve yetkili kurum olan ulusal kongre, Erzurum Kongresince seçilen Temsil Heyeti’nin yetkilerini genişleterek bir yürütme organı, niteliğinde yurdun tümünü temsil eder ilkesini de benimsemiştir. Buradaki uygulamalar demokratik kurallara bağlıdır. Bir benzetme yapılırsa, seçilip gelen temsilciler; milletvekilleri, ulusal kongre: Bir meclis, Temsil Heyeti ise: Bir tür bakanlıklar kurulu niteliğindedir.

Bundan sonraki aşama olan T.B.M.M.’nin açılışı ise ulusal istence dayanan yeni Türk Devleti’nin örgütlenişinin somut sonucudur.23 Nisan 1920 tarihinde açılan T.B.M.M. bir yandan geçerliliğini uluslar arası konumda kanıtlarken aynı meclis ulusal kurtuluşu yönetmiş ve yönlendirmiştir. Çıkardığı anayasa ve yasalarıyla Anadolu ihtilalinin kurallarını ve yeni Türk Devletinin yapısal niteliklerini de saptayıp uygulamamıştır. Daha açıldığı ilk günü meclis başkanlığına seçtiği Mustafa Kemal tarafından verilen önergenin kabulü bu ilkelerin temeli olmuştur. Bunlar:Geçici olarak bile olsa bir hükümet başkanı – yani padişah- vekili tanınamaz.

1.Derhal bir hükümet kurmak gereklidir.
2.Mecliste toplanmış olan ulusal istenci (iradeyi) yurdun geleceğine egemen kılmak esastır.
3.Yasama ve yürütme yetkileri T.B.M.M. ‘ne aittir. Meclis tarafından seçilen bir kurul meclis adına işleri yapar.

İşte bu ilkelere göre kurulan yönetimin niteliği kuşkusuz ve tartışmasız Ulusal egemenlik temeline dayanan bir yönetimdi. İşlevsel olrak adı konulmamış cumhuriyetti. Halkın oylarıyla seçilmiş milletvekillerinden oluşan bir meclis ve onun adına işleri yürüten bir kurul yani bakanlar kurulu vardı. Ancak meclis yani ulusal istencin oluştuğu bu organ her şeyin üzerindeydi. Onun üzerinde ne bir padişah, ne halife, ne bir soyun tekeli (Hanedan) ve ne de herhangi bir zümre vardı.

Bu meclis salt ulusal savaşı yönlendirmekle de kalmayacak Türk Devriminin yönünü ve kaynağını da belirleyecektir. Diğer bir tanımla savaş, bir ulusal savunma, ulusal bağımsızlık savaşı olarak kalmayacak halkçılık ilkesine dayanan çağdaşlaşmaya açık yeni Türk Devleti’nin doğuşuyla bütünleşecektir. Mustafa Kemal’e göre yeni kurulmakta olan devletin en önemli özelliklerinden biri, bu devletin kişi, zümre ya da sınıf devleti olmayıp halkın devleti olmasıydı. Buna göre güç, ulusal istence ve egemenliğin ulusun birlik olarak kişiliğine aitti, birdi, paylaşılmazdı, ayrılmaz ve vazgeçilmezdi. O, 03 Ocak 1921’deki konuşmasında bunu şu şekilde belirtmiştir:”... Bu siyasette egemenlik ulusun tümüne aittir. Yoksa şu veya bu zümrenin , partinin egemenliği söz konusu değildir.” Bu sistemde egemenliğin tek sahibi Türk ulusudur. T.B.M.M. ulus adına bu egemenlik hakkını kullanır.

Mustafa Kemal’in asıl amacı çağdaş bir cumhuriyet kurmaktır. Ulusal egemenlik; onun zorunlu ve kaçınılmaz sonucu olan cumhuriyet uzun bir tarihi geçmişi olan Türk ulusuna Atatürk ile girmiş ve yerleşmiştir. Çağdaş bir Cumhuriyet kurmak demek, ulusun insanca yaşaması, insanca yaşama bilincine ermesi demektir.Kuracağı cumhuriyetin temelinin Türk ulusu olduğunu belirten Atatürk, onların arasında tüm etnik, sınıfsal ve düşünsel ayrılıklara karşı çıkmış kendisini Türk sayan, herkesi yurttaş olarak saymış ve hepsine değer vererek hiçbir ayrıcalıklı uygulamayı kabul etmemiştir. Ona göre ulusal egemenlik esaslarına dayalı cumhuriyet yeni bir devlet biçimi olduğu kadar, çağdaş bir toplum ve insan demektir. Türk toplumu içine kapanık, olayların, karar oluşturma, karar verme sürecinin dışında kapalı toplum olarak bırakılamaz, bırakılmamalıdır. Toplum açık ve katılan toplum olmalıdır. Bunun yanında cumhuriyet yönetim biçiminin çağdaş bir yapıya kavuşması usu, bilimi ilke edinen laik düzenin kurulmasıyla olanaklıdır. Bu da en kısa zamanda gerçekleştirilmiştir. Bu nedenledir ki Atatürk’ün cumhuriyet anlayışı usçu, demokratik, özgürlükçü çoğunluğa açıktır.

Atatürk cumhuriyete her zaman demokrasi kavramıyla birlikte almıştır. 27 Ocak 1923’te egemenliğin “ Kayıtsız şartsız millete “ ait olduğunu anlatırken, kayıtsız şartsız deyimiyle anlatılan, egemenliği millete vermek bu egemenliğin bir zerresini,sıfatı, ismi ne olursa olsun hiçbir makama vermemek , verdirtmemektir.”

- Okuma Sayısı: Bu yazı 19886 defa okunmuştur.