Büyük Taaruz ve Zafer Konulu Söylevi (Bölüm_II): 29 Ağustosta Birinci Ordu, Olucak, Hamurköy, Çalköyü, Aslıhanlar üzerinden Dumlupınar’a gitmek isteyen beş düşman fırkasına çattı ve güneyden taarruza başladı. Dumlupınar’ın doğusunda, Kızılcaköy’den Murat Dağları üzerinde, Hasandede yönüne giden fırkamız da düşmanın Aslıhanlar’a gelmiş olan iki fırkasına rastladı ve hemen bu iki fırkaya taarruz etti. Bunun üzerine düşmanın Dumlupınar yolu kapatılmış oldu. İkinci Ordu da artık savaş temasına gelmişti. Ağustos’un 29’uncu günü, bu hareketlere devam ile geçti.
30 Ağustosta durum şöyle idi: Artık düşmanın beş fırkası Dumlupınar’a gitmekten de önlenmişti. Kütahya yönünde kuzeye gitmekten de önlenmişti. Yalnız kendisi için, bir kurtuluş noktası kalmıştı ki, o da Muratdağı’nın kuzeyindeki Kızıltaş deresi idi. Bu dere ve bu derenin içi, sarp patikalara sahip bulunuyordu. Yani hareket zordu ve bunun da karşısında atlı kolordumuz bulunuyordu. Bundan dolayı, düşmanın beş fırkası artık tamamen kuşatılmıştı.
Ağustos’un 30’uncu günü bu kuşatma hareketini kesin bir kazanç ile tamamlamış olmak için, savaşları yakından görmek ve yönlendirmek ve yönetmek, uygun görüldü. Bunun üzerine Genelku
rmay Başkanımız Paşa Hazretleri bizzat, kuzeye, İkinci Ordu tarafına ve atlı kolordusu yanına gitti. Ben de aynı zamanda güneyde Birinci Ordu yanına gittim. Birinci Ordu karargâhında durumu icap edenlere açıkladım ve büsbütün bölükleri hızlı bir taarruza isteklendirdim ve oradan da Dördüncü Kolordu Komutanın yanına gittim. Durum o kadar çekici idi ki daha ileriye kadar gitmekten kendimi önleyemedim. Çalköyü yakınında bir yere gittim. Burası düşmanın mevzi almak üzere bulunduğu bir yer idi. Oradan gördüğüme göre, Uşak’a dönen düşman kuvvetleri, doğrudan doğruya Yunan Başkomutan Trikopis’in emri altında olarak, Çalköyü’nün batısında Aydemir-Adatepe-Ağaçköy mevkilerinin oluşturduğu bir daire idi ve arkasını da Kızıltaş deresine vermiş idi. Birinci Ordu bölükleri de, bu daireyi doğudan ve güneyden sarmış bulunuyordu. İkinci Ordu, kuzeyden Çalköyü, Kırkpınar ve onun daha batısından sarmış bulunuyordu ve atlılarımıza bile oradan bu kuşatma hareketini oluşturmuş olan bölüklerle beraber sıkıştırma işi emrolundu ve artık hiçbir şeyden çekinmeye gerek kalmamış idi. Bütün topçuların mümkün olduğu kadar yakından ve hatta, açık mevziden ateş etmelerini emrettim. Ve gerçekten öğleden sonra bu düşman şaşkınlık belirtileri gösteriyordu. Kuzeye, doğuya, batıya, güneye başvuruyorlardı. Her taraf ateş ile kapanmış idi, aynı zamanda piyadelerimiz ateşten vazgeçerek, süngülerini taktı ve bir an önce düşman mevzilerine girmek için saldırdılar (Alkışlar).
Bu son durumdan iki buçuk saat sonra süngülerimiz düşman göğsüne girmiş ve mesele çözülmüş bulunuyordu. Aynı zamanda gece giriyordu ve sanki, gece karanlığı çok acı olan bu görüntüyü, dünyanın bakışlarından saklamak için acele ediyordu (gülmeler ve alkışlar). Gerçekten arkadaşlar, bu savaş cephesini ertesi günü gezdiğim zaman acı duymaktan kendimi alamadım. Bir asker için ve herhangi bir asker için, bu durum üzüntüyü gerektirir. Fakat Allah, bu işgalcilere bunu uygun görmüş olduğuna göre; burada bu duruma düşenler asker değildir. Bunlar herhalde caniler ve katillerdir (yaşa sesleri, alkışlar).
Artık düşmanın beş fırkası, doğal olarak pek çok kayba düştükten sonra geri kalanları teslim olduklarını bildirmeye başladı. Bu teslim alma uygulaması birkaç gün devam etti ve sonunda şuraya buraya başvurup kurtulma imkânını bulamayan Başkomutan Trikopis de arta kalanlar ile teslim olacak adam arıyordu. Rastlantı ile oralarda bir istihkâm teğmenimiz vardı. Ona haber göndermiş “Teğmen Efendi buyursun” demiş ve hemen atına binmiş birkaç askerle beraber dereye inmiş orada savaş safı düzeninde bekleyen ordu artığını görmüştür. Bunlar, hemen generalleri ve subayları ve askerleri ile beraber bu subayımızı selâmlayarak teslim olduklarını bildirdiler! (Alkışlar).
Arkadaşlar! Bu savaş, bu son aşama geçerken, kuzeyden Eskişehir, Seyitgazi tarafından bir düşman fırkasının güneye doğru gelmekte olduğunu gördük, bu durum o kadar heyecan verici ve müthiş idi ki, bu fırkanın görülmesi bizi biraz isteklendirdi ve mutlaka gelmesini diledik. Ancak bu fırka durumu anlamış olacak ki, yönünü değiştirdi, kayboldu. Sonra gördük ki, bu fırka Kütahya yönüne gitmişti ve fakat sonra da anladık ki oradan Gediz yönüne yönelmiş, çünkü her tarafta askerlerimize rastlamıştır. Askerlerimizin taarruzuna uğramıştır. Biraz orada ve biraz burada yenildikten sonra Gediz yönüne geldi ve bölüklerimiz tarafından yakalanarak, bir tarafa itildi (gülmeler). Bu fırka düşmanın 15’inci fırkası idi. 30 Ağustos günü Toklusivrisi’nde bulunan düşman, oraya taarruz eden bölükler sürülmüş, Toklusivrisi ve onun yakınında ve batısındaki mevziler elimize geçmişti. Fakat biraz önce açıkladığım gibi, düşmanın o çevrede bulunan ikinci fırkası batıya çekilebilen birinci ve yedinci fırkalarla da birleşerek, tekrar karşı taarruza geçmiştir. Orada zayıf bulduğu bölüğümüzü biraz da geri sürmüştü. Fakat buradaki bölüklerimiz desteklenerek, ertesi gün bu üç düşman fırkası tekrar yenildi ve Uşak yönüne atıldı. Eskişehir’de gerileme belirtileri görülmeye başladı.
Bundan dolayı, 31 Ağustos sabahı durum şöyle düşünüldü: Düşmanın burada beş fırkası yok ve esir edildiği gibi, düşmanın mağlup üç fırkası İzmir genel yönünde geriliyor, Eskişehir’deki düşman grubu, bir fırkası ayrılmış olduğu halde, gerileme belirtileri gösteriyordu. Bundan dolayı, meydan savaşı son bulmuştu. Gerçekten, 26 Ağustos sabahı başlayan ve beş gün, beş gece devam eden Afyonkarahisar ve Dumlupınar Meydan Savaşı son bulmuş ve düşmanın seçkin kuvvetleri yok edilmişti. Arkadaşlar, bu Meydan Savaşı’nın akışı sırasında topçularımızın, piyadelerimizin, atlılarımızın, makineli tüfeklerimizin, tayyarecilerimizin ve her sınıf askerlerimizin gösterdikleri gayret ve kahramanlık, her türlü övgünün üstündedir ve özellikle askerlerimizin Yunan ordusunun kalp ve vicdanına verdiği dehşet çok önemlidir. O korku ve dehşet, buradaki yok edilmiş ve çökertilmiş olan bölüklerden başka bütün Yunan ordusuna yayılmış bulunuyordu. Ardından gelen hareketler bunun kesin şahidi olmuştur.
Sonuç olarak arkadaşlar, Yunan ordusunun vicdanında, fikrinde meydana gelen bu korku, bütün Yunana milletine geçmişti (kahrolsun sesleri). O kadar ki, adalarda bulunan Yunanlılar, Türk ordusu geliyor diye kaçmaya girişiyordu (gülmeler). Arada deniz olduğunu unutuyorlardı (gülmeler) ve kaçamadığından ve kaçamayacağını anladığından dolayı delirenler vardı. Bundan dolayı, bu meydan savaşı, gerçekten düşmanlarımız için çok yok edicidir ve korku vermiştir. Bu savaşın sonucu Yunanlılar’ın ve Rumların kalbini sındırmıştır. Bundan dolayı, bu savaşa “Rum Sındığı Meydan Savaşı” demek çok uygun olur. Bu şekilde Afyon- Karahisar’dan İzmir’e kadar dört yüz küsur kilometrelik uzaklık, birçok meydan savaşları da yaşanarak, ordularımız tarafından on beş günde alınmış ve millî ordunun bu üstün kudret ve hareketi özellikle anılmaya değer bulunmuştur. Meydan Savaşı’nın bitiminden sonra durumu şöyle düşündük: Düşmanın İzmir yönünde çekilebilen üç fırkası vardı. Birinci, ikinci ve yedinci fırkalar... Eskişehir’de ve Kocaeli grubumuzun karşısında üç, dört fırka kadar vardı. Bu fırkaların hızla çekilmesi ve Mudanya’dan vapurlara bindirilip İzmir’e götürülmeleri bekleniyordu. Düşman için en doğru hareket buydu. Trakya’da ve şurada, burada bulunan kuvvetlerden de hemen İzmir’e getirmek mümkündü.
Şöyle, böyle düşman belki bu şekilde sekiz ilâ on fırkayı İzmir’in doğusunda toplayabilirdi ve İzmir’in doğusunda gerçekten, dar, sarp ve kuvvetli arazi vardı. Bu kuvvetlerle böyle bir mevziyi savunabilirdi ve böyle yapmaları gerekirdi (gülmeler).
Akıl ve anlayışlılığın seçtiği bu şeyi Yunanlıların yapacağını da kabul etmek gerekti ve artık ordularımızı bu bakış açısından yönlendiriyor ve yönetiyorduk. Yani Birinci ve İkinci Ordular, seçkin kuvvetleriyle ve atlı kolordusu durmadan İzmir’e kadar takiplerine devam edecekti, düşmanın durmasına ve düzen almasına zaman bırakmayacaktı ve bu hareketler, bütün ordu ile bütün ağır topçusuyla ve bütün araçlarıyla birlikte uygulanacaktı.
Ordu, düşmana her nerede ve herhangi bir yerde rastlarsa, mutlaka ve hemen vuracak, derhal mağlup edecekti. Ordu bu emir dairesinde yürüdü. Diğer taraftan da Eskişehir’den ve Kocaeli grubumuzun karşısından kurtulmuş olan düşmanın böyle geri dönmesi, yok olmaya dönüşmesi isteniyordu. Bunun için zaten Eskişehir’den taarruz ve düşmanı takip eden kuvvetlerimizi, Kütahya üzerinden gönderdiğimiz atlı ve piyade kuvvetleriyle destekledik. Bu kuvvetler, doğrudan doğruya İnönü’ne yöneldi ve gerçekten orada, Eskişehir’den çekilen düşmanla karşı karşıya geldi ve yapılan savaşta düşman yenildi ve Bursa genel yönünde gerilemeye başladı.
Daha kuzeyde de anılmaya değer bir hareket vardı, şöyle ki: Kocaeli grubu komutanı, kendisi yönetmek üzere düzenlediği bir müfreze ile Gemlik, İznik arasındaki dar ve çok kuvvetli düşman mevziine atıldı ve mevziiyi parçaladı. Doğrudan doğruya Eskişehir’den çekilen düşman kuvvetlerinin geri dönüş yolu üzerine en önemli ve kesin etkiyi uyguladı. Bu hareketlere karşı Eskişehir yönünden gelen düşman, çekilmekten başka bir şey düşünmüyordu. Yalnız çekilirken büsbütün yok olmamak üzere şurada burada özellikle Keşişdağı ile İznik Gölü arasında, senelerden beri var olan ve her sene biraz daha sağlamlaştırdığı mevzilerine çekildi ve orada durdu ve Gemlik’le İznik arasındaki cepheyi hemen sağlamlaştırdı.
Arkadaşlar! Birçok ayrıntılarla sizi yormamak için İzmir yönündeki genel taarruzun bütün ayrıntılarını söylemeyeceğim. Yalnız düşman, Dumlupınar’dan sonra Uşak yönüne, Alaşehir’de, Salihli ve Ahmetli’de ve Kasaba’da ve en sonunda, İzmir’in doğusunda Nif’te durmaya kalkıştı. Bir taraftan da İzmir’e dışardan bölükler getiriliyordu. Fakat, her durmak girişimi, anlattığım düzenlemelerimiz ve hemen arkasından taarruzumuzla karşılanmış, düşman her durma girişiminde, bir daha yenilerek, çekilebilmekten önlenmiştir. Yani düşman ordusu çekilememiştir.
Arkadaşlar! Savaşı kabul eden düşman bölükleri, sağa, sola dağılmıştır. Çekilen bölük yoktur. Yalnız birtakım kaçaklar vardır. Sonunda, ordularımız 9 Eylül’de İzmir’e yaklaştı ve o gün öğleden önce saat 10’da atlı ve piyadelerimiz, aynı zamanda İzmir’e girdi. Biz bu görüntüyü İzmir’in doğusunda bir Belkahve vardır – belki içinizde bilenler bulunur- oradan, İzmir Körfezi’nin yüzeyine yansıyan bir izdüşüm hâlinde seyrediyorduk. Ertesi gün doğrudan İzmir’in içine girdik ve hükûmet konağına yerleştik (şükürler olsun sesleri, alkışlar).
Diğer taraftan Bursa yönüne çekilen ve Keşişdağı ile İznik arasında tutunmak isteyen düşman da yenilmiş ve Bursa yönünde takip edilmiştir. Orada da 9 Eylül akşamı, Bursa’nın doğusunda savunma yapmak isteyen düşman artçıları atıldıktan sonra, Bursa’ya bölüklerimiz girmiş bulunuyordu. Burada yenilen düşmanın 11’inci fırkası vardı; iki bağımsız piyade alayı ile desteklenmiş olduğu halde... Bir de 10.uncu ve 3.üncü fırkaları vardı. Biraz önce söylemiştim ki, düşmanın kuzey grubuna bağlı 15’inci fırkası aşağıda, Gediz bölgesinde perişan olmuştu.
İzmir’e girdikten birkaç saat sonra, yeni bir askerî hareketle karşı karşıya geldiğimizi anladık. Gerçekten, Menderes yakınındaki iki alay kadar düşman bölükleri toplanmış, İzmir’in sonundan habersiz olacaklar ki, Seydiköy’ü üzerinden, güneyden İzmir’e geliyorlardı (gülmeler). Bunun arkasından da bizim 3.üncü Atlı Fırkamız takip ediyordu. Sonunda İzmir’in çevre mahallelerine girdikten sonra bizim orada olduğumuzu haber aldı ve hemen gelecek için, gönderilen piyade ve atlı bölüklerimizle kısa bir savaşın ardından bu iki alay olduğu gibi teslim olmayı seçti.
Biraz önce de söylediğim gibi bölük hâlinde çekilen düşman yoktur. Fakat kaçan düşman askerleri vardır. Kaçaklar İzmir’e geldikleri zaman oradaki vapurlar- vapurun içerisindekilerin heyecanı ile olacaktır ki- durmaktan vazgeçmişler ve çekilip gitmişlerdir. Bundan dolayı, bu zavallılar Urla yarımadasına sapmak zorunda kaldılar. Bunun için de Urla’yı, Çeşme’yi temizlemek üzere bazı bölükleri görevlendirdik. Çekilen bu perişan fertlerin, denizden Yunan donanması tarafından korunması üzerine bazı yerlerde durur gibi oldular, bunlar tekrar parçalanarak, sonunda 16 Eylül’de bu yönde en son Yunan kaçakları, Yunan askerleri kendilerini ya denize, ya vapura veya sandala atarak memleketimizden çekilmiş oldular (Alkışlar).
Kuzey’de hareketler şu şekilde gelişiyordu: 9-10 Eylülden sonra düşman, doğrudan doğruya Bursa üzerinden takiplerde bulunan bölüklerimizle sıkıştırılıyordu. İznik Gölü’nün batısından Mudanya yönünde yürüyen kuvvetlerimiz düşmanın orada bulunan 11’inci fırkasıyla 55 ve 47’nci bağımsız piyade alaylarıyla karşılaştı. Bu düşman, vapurlara binemeyeceğine inanmış olacak ki, başında fırka komutanı olduğu halde (202) subay ve (6000) asker ve bütün bataryaları ve bütün depolarıyla beraber teslim oldu. Ondan sonra kurtulabilen üçüncü ve onuncu fırkalardır. Burada işini bitiren bölüklerimiz, bunların peşine düştü ve Bandırma yönünde bunları takip etti. Bu taarruzumuzu durdurmak için öncelikle, Bandırma’nın doğusunda giriştiği savunmada başarılı olmadı, yenildi ve çok kayıp verdi. Sonunda Bandırma yarımadasının içine girmekle kendini kurtaracağını sandı. Bununla beraber takiplerimiz sonucunda çok azı buna başarılı olabildi. Ayın 18’inde bu fırkalardan yalnız iki piyade alayı oradaki vapurlara binebilmiştir. O halde düşmanın 3’üncü, 10’uncu ve 11’inci fırkalarının da sonu anlaşılıyordu. 15’inci fırkanın sonunu gördük, diğer beş fırkanın macerasını da gördük; diğer üç fırkanınkini de gördük. Arkadaşlar, bunları toplarsanız, on iki eder. Zaten Anadolu’da bulunan Yunan fırkalarının sayısı da on ikiden ibarettir.
Harekâtların ayrıntılarını anlatmaktan vazgeçtim, fakat, bir şeyi tekrar etmek gerekir. O da şudur: Bu düşman çekilirken, uğradığı her yeri yakmış, yıkmış ve zavallı, savunmasız halkı, kadın ve çocukları öldürmüş ve yakmıştır (kahrolsun! Sesleri). Bu korkunç faciayı tam bir lânet ve nefretle anmak gerekir (lânet olsun! Sesleri). Arkadaşlar! Biz, bu harekâtları, sonuçlarını tamamen bilerek yaptık, bütün bunlar belki bütün dünyaya hayret verecektir. Onun için ordumuzun gücünü anlamayanlar bu kocaman eseri beklenmeyen bir rastlantı eseri gibi göstermek istiyorlar. Fakat, hiçbir zaman öyle değildir. Harekâtlar bütün ayrıntılarına kadar tamamen düşünülmüş, belirlenmiş, hazırlanmış, yönetilmiş ve sonuçlandırılmıştır (Sürekli alkışlar).
Düşman ordusu, taarruzumuz karşısında, bu felâkete düşmemek için ne yapmak gerekirse hepsini yapmaktan geri durmamıştır. Gerçekten ordumuzun öyle hareket edeceğine ve böyle yok edici bir sonuç alacağına benim inancım vardı. Tam bir saygıyla bildirmek zorundayım ki, doğrudan doğruya askerî harekâtler ile ilgili ve bunu hazırlama ve yönetmeye görevli olan her üç kişi de benimle tamamen aynı düşüncede idiler. Bildirmek zorundayım ki, aynı kuvvet ve inançla bana katılan bu kişilerden birisi saygıdeğer Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Alkışlar). Diğeri Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve üçüncüsü de Millî Savunma Bakanı Kâzım Paşa’dır..
Ordu komutanları paşalar hazretleri ile kolordu ve fırka komutanları harekâtları büyük bir cesaret ve yetenekle yönetmişler ve diğer bütün komutanlarımız da imrenmeye ve övmeye değer bir özveriyle görev yapmışlardır.
Bu harekâte başlamadan önce, yani en son gün, başta bulunan kişilerle birbirimize dedik ki: Taarruz edeceğiz, aralıksız takip edeceğiz ve düşmanı yok ederek, sonunda mutlaka başarılı olacağız.
Bu düşünceye sahip olmayanlar da vardı. Arkadaşlar, bu inanca sahip olmayanlar değil, ordumuzun yerinden kımıldayamayacağı ve taarruz yeteneğinden mahrum olduğu fikrine kapılan bazı kimseler de vardı, belki de bu fikir ve bu sözlerin söylenmiş olması, düşmanlarımızı çok ümitlendirdi. Belki de doğru oldu. Fakat, bugün gerçekleşen sonucun tarihimizi kuvvetle şereflendirmesine işaret etmiş olduklarından dolayı onlara da ayrıca teşekkür etmek gerekir (gülmeler).
Arkadaşlar, biraz önce de bildirdiğim gibi, siyasal girişimlerde son noktaya geldiğimize inandıktan sonra bu harekâte başladık. İzmir’e ulaşmamızda ordu tekrar siyasete değindi. Tabiî esası Hariciye Vekaletine ait meselelerdendir. Yalnız orduya değinen noktayı açıklayayım. İzmir’e girdiğimiz zaman orada bir İtilâf donanması vardı, İngiliz amiralinin yönetimi altında olmak üzere... bunlar benimle görüşmeye gelmediler ve gelmek de istemediler. Yalnız orada bulunan Birinci Kolordu Komutanı ile görüştüler ki, görüşmelerinin içeriği şu idi: Orada bunların tabiî tebaaları vardı. Onlar hakkında bir güven elde etmek istiyorlardı. Yalnız İngiliz amiralinin Birinci Ordu Komutanı ile yaptığı görüşme; belki siyasal ilişkilerin kaynağı kabul edilebilir. Bu amiral, Birinci Ordu Komutanı’na şu soruyu sormuştur: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinin, Büyük Britanya Hükûmetine karşı durumu nedir? Yani savaş durumunda mı? Barış durumunda mı kabul ediliyor?” Bunun üzerine kumandanımız da şu şekilde karşılık vermiştir: “Bu soruya cevap verebilmem için öncelikle, Büyük Britanya Hükûmetinin Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti hakkında durumu nedir? Bizimle barış durumunda mı? Yoksa savaş durumunda mıdır?” Amiral “Siyasal ilişkilerin var olmadığını ve bunun geri verilmesi gerektiğini” söylemiş, komutanımız da “evet, siyasal ilişkilerin isteğe değer olduğunu, fakat, bunun geri verilmesi için, özel şekiller bulunduğunu -yani formalite- ve bunların ise ancak iki hükûmet arasında yapılabileceğini” söylemiştir. İyi niyetle geçmiş olan bu görüşme sonucunda; fiilen savaş durumunda olmadığımız fikri taraflarca kabul edilmiş oluyor. Fakat onun ardından orada bulunan bir İngiliz -ki zamanında konsolos imiş- beni görmek istedi. Doğal olarak konsolosların uygulamalarıyla veyahut konsolos gibi görev yaptığını söyleyenlerle orada görev yapan valimiz görüşebilirdi. Fakat bu kişi mutlaka beni görmek istedi. Ben de en sonunda kabul ettim. Kendisi birtakım güvence istemeye kalkıştı ve aşırı olarak birtakım önerilerde bulunuyordu. Doğal olarak kendisini ileri sürdüğü gibi, tanımıyordum, çünkü hakkında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce onaylanmış bir uygulama geçmiş değildi, o bütün bunlardan gücenmişti. Bana dedi ki: “Siz, İngiltere Hükûmetine savaş mı ilân ediyorsunuz?” Siyasal ilişkiler geri verilmiş değildi ki, yeniden savaş ilân edilsin! Böyle iken bu sözlerin söylenmesi bir yanlış anlama doğurdu. Ve bu kişi, bunun üzerine şuna, buna gitmiş ve özellikle amirallere de savaş ilânından söz etmiştir. Bunun ardından idi ki, İngiliz amiralinden bir mektup aldım. Diyordu ki:
“Konsolosumuzu kabul etmiş ve kendisine savaşa dair sözler söylemişsiniz. Halbuki Birinci Ordu Komutanıyla aramızda buna dair bir kelime söylenmemiştir. Gerçek düşüncenizi öğrenirsem hükûmetime bildireceğim”.
Ben buna cevap verdim. Birinci Ordu Komutanı ile amiral arasında geçen görüşmeye benim de katıldığımı söyledim. Yani aramızda siyasal ilişkiler yoktur, avdeti, şayan-ı arzudur. Bu fikre katıldım ve cevap verdim. Benim bu cevabım, İngiliz amiraline memnuniyet vermiş, yalnız, ben onun mektubunu özel kabul ettiğim için, özel cevap vermiştim. O ise, mektubunun özel olmadığını ve İtilâf Devletleri adına olduğunu, mektubumu götüren subaya söylemiş ve ek olarak demiş ki: “Bunu ilgili devletlere yazacağım, alacağım cevabı bildiririm.” Ondan sonra idi ki, General Pelle, benimle görüşmek istedi ve İzmir’e geldi. General Pelle, yarı resmî bir durumda geliyordu. Fakat, elbette hükûmeti tarafından gönderilmiş olduğuna şüphe yoktur. Özellikle askerî harekâtlerimizin Çanakkale ve İstanbul yönlerinde, kendilerince tarafsız kabul ettikleri bir bölgeye girmemesini söyledi. Halbuki şimdiye kadar Hükûmetimize tarafsız bölgeden söz edilmemiş, ve Hükûmetimizce böyle bir bölge sınırı kabul edilmiş değildi. Bu nedenle ben, kendisine öyle bir bölgenin olduğuna dair bilgimiz yok dedim. Ve düşmanı takip için yürümeye zorunlu olduğumuzu söyledim, ondan sonra dedi ki: Mösyö Franklen Buyyon’dan özel bir telgraf aldım. Mösyö Franklen Buyyon, benim kişisel arkadaşımdır ve o sıfatla benimle görüşmek istiyordu. Kendisini İzmir’de görebileceğimi cevap olarak bildirdim. Gerçekten, İzmir’e geldi. Geldikten sonra anlaşıldı ki, Mösyö Franklen Buyyon, Fransa Hükûmeti tarafından ve İngiltere ve İtalya Hükûmetlerinin de uygun katılımı ile benimle görüşmeye geliyordu. Bu sırada arkadaşlar, yani ordularımız İstanbul ve Çanakkale üzerinden geçerek, Trakya’da bile düşmanı takip etmek, yenmek ve millî sınırımızın son ucuna kadar ulaşmak üzere idi ki, Hükûmetimize ulaştırılmak üzere, bir örneği de Başkomutanlığa verilen ve içindekileri doğal olarak dikkatlerini çeken nota geldi. Bu nota, gerçekçi olarak, iki noktayı içerir. Biri, askerî harekâtların gerçekleşmesine dair, yani yalnız askerî harekâtlara dairdir. Diğeri barışa, konferansa dairdir. Ben yalnız askerî tarafa dair olan noktasına değineceğim. Elbette Hükûmetimiz bu noktaya cevap verecektir. Askerî kısmında istenen şey askerî harekâtların durmasına dairdi. Halbuki biz millî sınırlarımıza kadar memleket bölgelerimizi düşmandan temizlemek zorundayız. Fakat, mutlaka bunu savaş ve dövüş ile yapmaya da istekli değiliz. Meclisiniz’in ve Hükûmetinizin görüşü mutlaka savaşmak, mutlaka kan dökmek ve millî amacımızı süngü ile ele geçirmek değildir. Bundan dolayı, 1914 sınırımıza kadar Trakya’daki düşman bölükleri çıkarılırsa fazla bir harekât yapmaya gerek olmaz. Boğazlar meselesine gelince: Misak-ı Millîmizde açıkça belirtilmiş olduğu gibi Boğazların serbestliğini isteyenlerden birisi ve belki de birincisi biziz. Bundan dolayı, Boğazların da serbestliğini bozmak için bir düşüncemiz de yoktur. İşte bu düşüncelere dayanarak notada belirtilen askerî konferansa Başkomutanlık uymuştur. Bu, Mudanya Konferansında belirlenecek şeyler, bildirdiğim gibi Trakya’nın boşaltılıp bize devredilip verilmesidir. Buna karşılık biz de ordularımızı Boğazdan uzak bulunduracağız. Bunun şekil ve ayrıntıları Başkomutanlık adına olağanüstü yetkiyi taşıyarak toplantıya gitmiş olan Batı Cephesi Orduları Komutanı İsmet Paşa ile diğer generaller tarafından belirlenecektir. Herhalde Trakya’nın bir an önce boşaltılması gerekir. Çünkü Yunanlılar, Anadolu’da boşalttıkları yerlerde olduğu gibi, orada da zulüm uyguluyorlar. Ölüm saçıyorlar, yakıp yıkıyorlar.
Sizlerin de bilginiz olduğu üzere, son günlerde Yunanistan’da ihtilâl, isyan çıkmıştır. Karmakarışıklık vardır ve bundan dolayı, dindaşlarımızı bir an önce kurtarmak zorundayız. Orayı hemen teslim etmek bir acil önlemdir ve İtilâf Devletleri’nin de bu konuda bize yardım etmesini ve bu meselenin çabuklaştırılmasını ve kolaylaştırılmasını rica ettik. Bu gerçekler üzerine dünden beri Mudanya’da konuşmalar geçmektedir. Sonucunu anlayacağız.
Arkadaşlar! Üç seneden beridir yolunda çalıştığımız yüce ve kutsal amaç, milletin genel ve ortak gayret ve çalışmasıyla şükürler olsun gerçekleşiyor (şükürler olsun sesleri). Bizi istediklerimizden alıkoyacak ortada hiçbir engel kalmamıştır (Alkışlar). Etraflı olarak açıkladığım nedenle düşman ordusu tamamen yok edilmiştir. Yunan ordusunun en son askerinden bile Anadolumuz temizlenmiştir (Alkışlar). Kahraman askerîmizin süngülerinden canlarını kurtaranlar, dünyada sonsuza dek utanılacak bir hızla ancak kaçmışlardır (şiddetli alkışlar). Bu kaçaklar, asker değil, fakat, haydutlar, canilerdir. Demin de bildirdiğim gibi, her geçtikleri yerde savunmasız bir durumda bulunan kadınlarımızı, çocuklarımızı, ihtiyarlarımızı kesmişler ve yakmışlar (kahrolsun, lânet! Sesleri), birçok şehirlerimizi ateşlere vermişler ve viraneliğe çevirmişlerdir. Bu, zulüm ve vahşetin etkisini bütün insanlık ve medeniyet dünyası umarım ki, hissedecektir. Arkadaşlar, Kral Konstantin’in memleketimizin en zengin ve en bayındır yerlerine dikilen gözleri bugün yine-kendi cani askerleri tarafından atıldığı zindanında- kan ağlıyor (kahrolsun! Sesleri). Sevgili milletimizin hiçbir zaman zincir altına girmeyecek olan hürriyet ve istiklâline göz diken, cana kıymak isteyen Yunan milleti, bugün baştan aşağıya kadar isyan ateşi içinde matem saatleri yaşıyor (daha perişan olsun! sesleri) ve yarının endişesiyle perişan bir haldedir. Görüyorsunuz ki, bize yapmak istedikleri bütün kötülükleri Allah onların başına çevirdi. Allah’ın adaletinin bu kadar açık görünmesine hep beraber, şükredelim (hamdolsun, sesleri).
Arkadaşlar! Bu Anadolu zaferi, tarih arasında, bir millet tarafından tamamen benimsenen bir fikrin ne kadar güçlü ve ne kadar canlandırıcı bir kuvvet olduğunun en güzel örneği olarak kalacaktır (şiddetli alkışlar). Önümüze dikilen bütün engelleri birer birer yıkıp aştıktan sonra bugün artık Misak-ı Millî’nin çizdiği sınırlar içinde, mutlu, rahat ve hür yaşamak için her ne gerekse, bunların hepsini elde edeceğiz (Alkışlar). Düşman elleriyle viran olmuş ve milletimiz tarafından her köşesini kurtarmak için seve seve can verilmiş ve çocuklarımızın kanıyla sulanmış olan yurdumuzun ufkunda artık barışın tatlı güneşi gecikmeyecektir (inşallah sesleri).
Arkadaşlar! Milletimiz, tek bir adam gibi, gösterdiği sarsılmaz birlik ve gayret sayesinde bu başarıyı kazanmıştır (teşekkür ederiz, varol! Sesleri). Milletimizin barış işlerinde de, barıştan sonraki işlerde de, aynı çalışma ve gayret ve birliği göstererek, bu zaferi tamamlayacağına şüphe yoktur (hiç şüphe yok! Sesleri). Bu zafer, bize bir imkân veriyor. Biz, bu imkânı memleketimizin, milletimizin aydın, mutlu ve rahat geleceği için kullanacağız (inşallah sesleri).
Arkadaşlar! Sözlerime son vermeden önce tam bir övünmeyle şunu bildireyim: Bu harekâtı yapan bir ordunun babalarından ve analarından ibaret olan milletimiz, bütün dünyaya karşı en yüksek saygı yerini ve değer yerini kazanmıştır. Milletimiz çekinmeksizin övünebilir. Bu, en kuvvetli şartlarda hakkıdır ve böyle bir milletin âciz bir ferdi olmakla en büyük mutluluğu duyuyorum (Sürekli alkışlar).
Bu savaş meydanlarında, eşsiz kahramanlıklar ve yiğitlikler göstermiş olan subaylarımızın, askerlerimizin ve komutanlarımızın her birinin ayrı ayrı bir hikâye, bir destan oluşturan harekâtlarını tam bir saygı ve övgüyle anıyorum (Alkışlar). Ve bu yiğitlik meydanlarında Allah’ın rahmetine kavuşan şehitlerimizin şerefli ruhlarına hep beraber fâtihalar gönderelim (ayakta fâtihalar okundu). Arkadaşlar! En son sözüm budur. Yiğitlik meydanında ölenlerin analarına ve babalarına başsağlığı dilemeler değil, fakat tebriklerimizi ulaştıralım (şiddetli alkışlar)
4 Ekim 1922
- Okuma Sayısı: Bu yazı 11353 defa okunmuştur.