Atatürk'ün Kültür Anlayışı


Atatürk'ün Kültür Anlayışı: Atatürk’ün kültür anlayışı, Cumhuriyet ile birlikte yaşamakta ve gelişmektedir. Son birkaç yıl öncesine kadar, Atatürk’ün düşüncelerini onu yakından tanımış çalışma arkadaşları anlatır ve yorumlardı. Bu gün artık yorumlama sırasının, Cumhuriyet döneminde doğmuş kuşağın bilim ve fikir adamlarına gelmiş olmasından ve bu onurlu görevi yerine getirmek üzere karşınızda bulunmaktan mutluyum.

Çağdışı kalmış ve Devleti parçalayıp bölüşerek,”Doğu Sorunu”nu çözümlediğine güvenen Batı Alemi’nin gücüne karşı, çoğunluğu köylü tarımcılardan oluşan Türk halkı, kendi öz varlığını nasıl savunacak, geleceğini nasıl güvence altına alacaktı?

Bu yıl ki Anma Haftası içinde yapılan yorumların çoğu Atatürk’ün bu soruya verdiği cevaplar, bulduğu çözümlerle ilgilidir.”Atatürk’ün kültür anlayışı” da bunlardan sadece biridir. Ancak, hemen ekleyelim ki, milli eğitimden dil ve harf yenileşmesine, medeni hukuktan güzel sanatlara, diplomasiden iktisat ve kalkınma politikasına değin, Türk Devrimi’nin temelinde/özünde, toplumun kültür sorunları ve Atatürk’ün kültür anlayışı bulunmaktadır.

Atatürk, Türk varlığının geleceğini ve güv

encesini; “Yeni Türk İnsanı”nı yaratma sorunu olarak görmüştür. Bu konuda düşünüp fikirler üretmekle yetinmemiş, çeşitli önerileri elemiş, denemiş ve uygulamıştır. Tarih içindeki insan-kültür ilişkisini objektif olarak izleyen ve bilisel kavramlarla değerlendiren Atatürk, yeni Türk insanını yetiştirecek yeni Türk Kültürü’nü yaratmaya çalışmıştır.

“Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” demiştir ama, bu kültür yitik imparatorluk döneminden miras kalmış hurafeler manzumesi değil, en ileri dünya milletleri ailesi içinde yerini alacak laik Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş kültürü olacaktır.

Eski devrin dine karışmış masallarından, yaradılış ve varlığımızla ilgisi olmayan fikir ve inançlardan, Doğudan ve Batıdan gelen etkilerden uzak, milli karakter ve tarihimize uygun bir kültür...

Atatürk tarihi görev ve amacının “Kültür değişmesi” olduğunu da şöyle dile getirmiştir,

Yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri (çağdaş) ve bütün mana (anlam) ve eşkali (biçim ve görünüşleri) ile medeni (uygar) bir heyet-i içtimaiye (toplum) haline (durumuna) isal etmek (getirmek/eriştirmek) tir.

Görüldüğü gibi, çağdaş bir milletin kendini (varlığını) kabul ettirebileceği ve koruyabileceği tek yol medeniyet yoludur. “Medeniyet” ten ne anladığını ise Atatürk şöyle açıklamıştır;

Medeniyeti hars (yani kültür)’tan ayırmak güçtür, gereksizdir. Bu nedenle harstan ne anladığımı söyleyeyim: Hars, bir toplumun (a) devlet hayatında, (b) fikir hayatında yani bilim ve güzel sanatlarda,iktisadi hayatta yani tarımda, ticarette, zanaatta, Kara, Deniz, Hava ulaşımında yapabileceği şeylerin bileşkesidir... Bir milletin “medeniyet” dendiği zaman “hars” namı altında saydığım üç tür faaliyet muhassalasından (bileşkesinden) bir şey olmayacağını sanırım.

Bu kısa ve öz tanımlamasıyla Atatürk, giriştiği inkılâplarla sahip olduğu “kültür anlayışı”nın bütün ilke ve öğelerini ortaya koymuştur: Akla ve bilime dayalı uygun bir yaşam biçimi, çağdaş dünyaya açılmayı, toplum olarak katılmayı, Türk toplumunu refah, barış ve mutluluğa kavuşturmayı hedef alan bir dünya görüşü, varlık bilinci ve başarma güvenci!

ATATÜRKÜN KÜLTÜR ANLAYIŞI

Atatürk’ün “Kültür ya da uygarlık” anlayışı, benimsediği öncüllerle yöneldiği hedefler açısından:
a ) Tarihi-gerçekçidir,
b ) Akılcı ve bilimcidir,
c ) Kavram ve kapsamda bütüncüdür,
d ) Evrimci ve yenilikçidir
e ) Çağdaş ve Batılıdır
f ) Milliyetçi değil ulusçudur.

Tarihi – Gerçekçiliği

Atatürk’ün Kültür anlayışı 19 ve 20. yy’ların / evrimci kültür tarihçilerinin yanında ve yönündedir. Ancak Atatürk medeniyet ve kültürü – hiçbir toplum, millet, ırk ve ülkenin tekelinde değil – tüm insanlığın ortak malı ve birikimi olarak görür. Wells’in (1920) Dünya Tarihi’ni dikkatle incelerken, onun “Dünya Devleti” umudunu eleştirmekten geri kalmamıştır. Osmanlı Devleti’nin geri kalış ve yıkılış nedenlerini görmüş, onun kültür mirasını neden reddettiğini gerekçeleriyle açıklamıştır. Tarımcı-köylü Türk toplumunun serbest ticaret yoluyla Batıyı taklit etmek isterken, ekonomik ve mali bakımdan Batının Yarı – Sömürgesi durumuna düştüğünü anlamış, “tam bağımsızlığı” Cumhuriyetin değişmez ilkesi saymıştır. Milli dava, değişen ve yarışan dünyada gücün, yetişmiş insan gücüne, yani kültüre, bağlı olduğu tezini savunmuştur.

Akılcı - Bilimciliği

Atatürk’ün benimsediği kültür uygarlık özdeşliği, kültür antropolojisinin kurucu babası sayılan Tylor’un (1871), “Kültür ya da uygarlık...” diye başlayan ve bilim çevrelerindeki geçerliliğini günümüzde de sürdüren bütüncü kültür tanımını hatırlatıyor. Tylor’a göre insanın yapıp yarattığı, öğrenip öğrettiği her şey kültürdür. Gerçi günlük kullanımda, medeniyetlerin tarih, yazı ve şehirleşmede gelişmiş kültürlerden oluştuğu gerçeği gözetilirse de; bu, bir mahiyet (nelik) farkı değil, derece (nitelik) farkıdır. (Sözgelişi, Tarım, Sanayi ve İslam Medeniyetine karşılık; Eskimo, Lapon, veya Japon Kültürü deriz.) Kültür ile medeniyet “canlı-üstü” varlık anlamındadır. Batı sosyal düşüncesi, felsefesi ve ontolojisi, her iki türü de süperorganik (canlı – üstü ) birer varlık alanı olarak alır, sınıflar ve inceler.

Atatürk, 1930’lu yıllarda ortaya atılacak olan teknolojik (“-litik”) kültür sınıflamasından sanki haberdar göründüğü gibi medeniyet ile kültür kavramları arasındaki ince ayrıma da dikkat etmiştir. Ancak romantik Alman filozofu Spengler (1926) ile “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış bir canavar” deyimi, M. Akif Ersoy’un Batı medeniyetini kültürel gelişmenin sonu gibi gören umutsuz karamsarlığını benimsememiş; Türk Rönesansı’nın ve aydınlamasının güç kaynaklarını yine Batı uygarlığında aramıştır.

Kavramsal (Olgusal) Bütüncülüğü

Atatürk’ün kültür “bütüncülü”ğü, algılamada Gestaltçı olmasa da, kavramlaştırmada holistiktir. Sözgelişi onun dünya ve medeniyet görüşünde, “maddi kültür” ayrımlarına yer yoktur. Atatürk’e göre kültür, toplumun maddi (ekonomik/teknolojik), manevi (fikri, edebi ve ruhi) ve beşeri (insani ve toplumsal) yapı, işlev, kurum ve güçlerinin bileşkesidir! Kültür olgusuna ve sorunlarına akılcı ve bütüncü bakışı ile Atatürk, kendi çağının devlet, sanat ve bilim adamlarından çok çok öndedir. Gerçekten de insan bilimin kültür kuramına göre, kültür öğelerini maddi, manevi ve insani unsurlarını ayırmak ne doğrudur, ne yararlıdır, ne de mümkün!

Köktenci – Yenilikçiliği

Atatürk, toplumun geleceğini ve güvencesini, medeniyet dünyası ile çatışmada değil-barışıp uzlaşmada; Batıdan kopmada değil, Batının temsil ettiği çağdaş toplumlar ailesine katılmada bulmuştur. Atatürk’ün kültür anlayışına göre, her değişme mutlak olarak terakki (ilerleme) sayılmasa bile, gelişme ve çağdaşlaşma için, ata yadigarı cemaat kültürünü aşıp “laik milli kültürü” yaratmak zorunda bulunduğumuza inanmıştır. Öte yandan kültür yaratmanın-tıpkı insan yetiştirme düzeni gibi-eğitim sürecine bağlı olduğu gerçeğini görmüştür. Bununla birlikte, Atatürk eğitim sürecini yalnızca okullara (okul öğretimine) bırakmayacak kadar gerçekçidir. Bu yüzden, bir yandan, kültürel muhtevayı çeşitli kaynaklardan besleyip zenginleştirmeye; öte yandan, eğitim sürecini yenileştirmeye ve kültürün taşıyıcısı ve öğrenme aracı olan dili Türkçeleştirmeye çalışmıştır.

“Eğitim-kültür-dil” üçlüsünü anlamlı bir bütün haline getirmek için, araştırmaları, yayınları, müzeleri, fakülteleri desteklemiş, bilim ve tarih kongreleri düzenlemiş, Eğitim Bakanlığını Kültür Bakanlığı’na dönüştürmüştür.
Öğretim kurumlarını ve öğretmen yetiştirme sürecini yenilerken okul-dışı yaygın eğitime önem vermiş; kültür yenileşmesine karşı koyan kitle direncini azaltacak, ataletini harekete geçirecek halkevleri ile kültür merkezlerinin açılmasına destek olmuştur.Atatürk’ün kültür anlayışı, yalnız kuramda/kavramda değil, uygulamada da bütüncü ve öğretici (praksissi) idi.

Çağdaş ve Batılı

Atatürk’ün kültür anlayışı, çağdaş Batının çağdaşlığı oranında Batılı, fakat Batı ve çağı ile sınırlı değildi. Yaklaşık yüzyıldan beri Osmanlı devlet kurumlarında denenen düzeltmeciliğin (reformizm yada Tanzimatçılığın) başarısız kaldığı apaçık ortadaydı. İdare-i maslahatçı bir (kısmi) düzetmecilik, ülkemizi kurtaracağına, Batının yarı-sömürgesi durumuna düşmüştü. Milli eğitim reformunu istemek yetmiyor, yapmak gerekiyordu. Para, mali imkan yoksa maliyeyi, hukuku yenilemek için başka reformların da gerekliliğini ortaya çıkarıyordu.

Çağdaş medeniyetin güçlü ve başarılı temsilcileri Batıda olduğu için, çoğu örnekler Batıdan seçiliyor fakat ülke koşullarına uyarlanıyordu. Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için Batıya benzemek, Batılı gibi olmak yetmiyordu. Batılı’nın yaptığını yapmak, İstanbul’da Batılı gibi yaşamak, Batıyı taklit olurdu. Bu yüzden, Batının yapmaya çalıştığını yapmaya çalışırken yinede kendimiz olarak kalmak, kendimize uygun yolları bulmak zorunda idik. Atatürk’e sık sık atfedilen “Bize biz benzeriz” sözü, herhalde, bu bağlamda yorumlanmalıdır. Öyleyse asıl amaç, Batılaşmak değil, çağdaş Batının kültür-medeniyet düzeyine kendi çabamızla biran önce erişmektir. Çünkü Batı kültürüne karşı en güçlü savunmanın yine Batı kültürü olduğuna Atatürk inanmıştı.

Atatürk’ün çağdaşlaşma çabasında, gözünü yalnız Batıya değil, Japon örneğine de çevirdiği, İngiliz Büyükelçisi Lindsay’in gözünden kaçmamıştır. Batıdan yararlanmalı, fakat onu taklitten kaçınmalıydık. Atatürkçü çağdaşlaşmanın özgünlüğü yada biricikliği buradadır.Ancak, toplumu kültürel kök ve kaynaklarından koparıp uzaklaştırarak çağdaş bir ulus yaratmak mümkün müydü? Bilginler/bilgeler bu kısımda ne diyorlardı?

Milli mi, Ulusal mı?

Böylece, Atatürkçü kültür anlayışının en çok tartışılan fakat en az anlaşılan laiklik sorununa geliyoruz. Sosyal bilim ve tarih açısından sorun, millet (cemaat) olgusundan cemiyet (ulus) düzeyine nasıl atlanacağı noktasında düğümleniyordu. Bernard Lewis’e (1988:331-38) göre, batılı anlamdaki “nation” olgusundan İslam dünyasındaki Arapça karşılığı “milla”(din) idi. Bu kavramın Osmanlıca’daki karşılığı olan millet (ler), İslam’dan gayri olan dini cemaat (lar) için kullanılıyordu. Osmanlı yönetimindeki, Ortodoks, Gregoryen, Musevi ve Katolik milletlere benzeterek bir “Müslüman milleti” belki düşünülebilirdi ama zaten Müslüman olan “Türk milleti”ne yer yoktu. Oysa, Türkiye Cumhuriyetinin ilanı ile “Türk Milleti” doğmuş oluyordu. Laik Cumhuriyet ile bu sorun çözümlenmedi, büsbütün su yüzüne çıktı. İslam, hem devlet, hem din, hem de medeniyet olduğuna göre, Müslüman Türk halkının devleti, nasıl bir Cumhuriyet olabilirdi? Kavramsal güçlüğün yarattığı bu tür tartışmalar günümüzde de sürüyor... Eğer halk dilindeki “millet” sözcüğü “dini cemaat” (topluluk yada azınlık) anlamına geliyorsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin dolayısıyla Türk Milleti’nin laikliği nasıl düşünülebilir?

“Osmanlı Kimliği”nden yeni yeni kurtulmaya çabalayan halk, Müslüman kimliğini bırakmaya henüz hazır değildi. Türk Milliyetçilik hareketi kendi yarattığı kimlik bunalımı karşısında. İslam ya da dini cemaatla çağrışım yapmayan “laik ulus”u bulmak zorunda kaldı. Ulus, dini milletin karşılığı değil, “laik millet” (nation)’in Türkçe’si idi. Devleti’ni yitiren Osmanlı seçkini dini kimliğini Türk İmparatorluğu hatta ülkemizin resmi adı Türkiye (Turchia), batının kullandığı fakat Osmanlı aydının asla benimsemediği yabancı etiketlerdi. Türkçülük hareketinin kültür ile ideoloji (mefkure) birliği üzerinde kurulmasını öneren Sosyolog Gökalp, Türk milliyetçiliğini üçe bölüyor, yan yana parça parça sunuyordu; Özü İslam, görünüşü batı, adı Türk! İdeolog Gökalp ile Kurucu Atatürk arasındaki temel ayrılık buradaydı. Atatürk, Gökalp’in önerdiği milliyet öğelerini “Türklük”te toplamış, onun yaratılması işini Cumhuriyete, Cumhuriyetin korunması görevini de gençliğe bırakmıştı. Stratejik bakımdan, Atatürk’ün önünde iki yol vardı.

a ) Kültürel (dini) değerlere uygun bir devrim ideolojisi geliştirmek;
b ) Çağdaş ulus ideolojisine uygun laik bir kültür yaratmak!

Genç Türkler birinci yolu denemiş, başaramamışlardı. Atatürk, daha çetin gözüken ikinci yolu seçti. Laik Cumhuriyete ve ulusa uygun bir kültür yaratmayı hedef aldı. Öyleyse yeniden hatırlayalım: Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültür olacaktı ama İslam dini ile İslam devletine dayalı bir İslam kültürü değil, Türkiye Cumhuriyetinin yeniden gerçekleştireceği laik, ulusal ve çağdaş bir kültür olacak. İşte bu anlamda, tam bir kültür devrimcisi sayılması gereken Atatürk, eserini,çalışma arkadaşlarına değil, tıpkı Robespierre gibi geleceğe, Türk İstikbalinin evladına bırakıyordu.

BAŞARILAR, SORULAR, SONUÇLAR

Bugün, burada Atatürk’ün kültür anlayışını konuşuyor olmamız, Atatürk’ün bizlere emanet ettiği laik Cumhuriyetin tartışma götürmeyen başarısıdır. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün kültür ve çağdaşlaşma politikası ile, kendisini Batı Dünyası’na (medeniyetine) kabul ettirmişti. Ancak, bugünkü “Atatürkçü kültür anlayışları”nın Atatürk kültür anlayışına ne derece benzediği sorusu sorulup sorgulanmalıdır.

Sanımca, Atatürk’ün kültür anlayışı önce 1950’lerde sonra 1980 başlarında iki büyük bunalım geçirdi. Birincisinde, biz Türklerin de-Japonya gibi-Batıdan yalnızca teknoloji alıp kendi geleneksel (dini) kültürümüzü korumamız öneriliyordu (Eğitim Milli Komisyonu Raporu 1960). Laik Türkiye Cumhuriyeti birinci bunalımı 1961 Anayasası ile geride bıraktı. İkinci büyük bunalım, 1982 Anayasası’ndan sonra. “Türk- İslam Sentezciliği” ile (1985’de) yaşandı. İki-üç yıllık bir suskunluktan sonra, Sayın Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanımız, “Türk-İslam Sentezi” ideolojisini kabul etmediklerini resmen açıklamış bulunuyor.

“Türk-İslam Sentezi” Türkiye Cumhuriyeti’nin “Milli Kültür Politikası” olarak önerilmişti. Bu politikanın Atatürkçü, laik ve çağdaş bir kültür anlayışı ile bağdaşamayacağını savunan araştırma grubunda görev alarak, önerilen milli kültürün değişmeyen özünün din olduğunu göstermeye çalıştım. Bugün “ ulus”ve evrim,”devrim”, sözcükleri üzerindeki yarı-resmi ambargonun kaldırılmış olmasına Atatürk’ün kültür anlayışının başarısı ve yarınlarımızın güvencesi olarak görüyorum.

Bozkurt GÜVENÇ

- Okuma Sayısı: Bu yazı 36506 defa okunmuştur.